DOÇ. DR. AYLİN DEMİRLİ YILDIZ
Bir çocuğun biyolojik cinsiyeti (sex), doğduğu andan başlayarak, onun toplum içinde nasıl konumlanacağını ve nasıl toplumsallaşacağını etkileyen/belirleyen en önemli etmenlerden biridir. Toplumsal cinsiyet (gender) ise davranışlar, tutumlar, ilgiler, amaçlar, değerler vb. düzleminde ‘kadınsı’ (dişil) ve ‘erkeksi’ (eril) olarak ayrılan/sınıflandırılan her şeydir.
Çocuk doğar doğmaz genel olarak toplumsal bir kuruma, aileye adım atar. Çocukların cinsiyet kimliklerini ve bu kimliklerin içerdiği anlamları öğrenmeleri, toplumsallaşma sürecinde gerçekleşir. Yüz yüze ve içten ilişkilerin en güçlü olduğu ‘birincil gruplar’dan biri olarak aile’’, çocuğun ilk toplumsal dünyasıdır; henüz geniş toplumsal ilişkiler ağı içinde etkin bir birey durumunda olmayan çocuğun ilk etkileşim ortamıdır. Çocuk, üyesi olduğu toplumun yaşam biçimlerini, kalıplarını, yasaklarını ve olanaklarını, günlük yaşantının akışı içinde yakın deneyimlerle aile içinde öğrenir. Çocuğun ailede yaşayacağı bütün fiziksel ve duygusal gelişim deneyimleri, toplumsallaşmanın, yani birey olma sürecinin belirleyici parçalarıdır. Söz konusu sürecin en önemli bileşenlerinden birisi, cinsiyet rollerinin öğrenilmesi/öğretilmesi ile ilgilidir.
Çocuk kendine ilişkin bilgisini ve cinsiyetine ait davranışları gözlem temelinde kazanır ve cinsiyetine ilişkin davranışlarda bulunduğunda çevresi tarafından ödüllendirildiğini gözlemlediği ölçüde bu davranışları tekrarlar. Etkileşimde bulunduğu herkes (aile üyeleri, oyun arkadaşları, öğretmenler, televizyonda ve kitaplarda gördüğü karakterler vb) çocuk için rol modeli olabilir. Çocuk bu modelleri gözlemleyerek ve taklit ederek, cinsiyet rollerini süreç içinde öğrenir/içselleştirir. İşte biyolojik anlamdaki cinsiyetle (sex), toplumsal cinsiyetin iç içe geçtiği nokta, tam da burasıdır. Toplumbilimciler, cinsiyet rolü (sex role) terimini, genital farklılıklardan kaynaklanan özellikleri içerecek şekilde sınırlandırıp, kişinin cinsiyeti dolayısıyla ona yüklenen bütün davranış ve beklentileri (genital özellikler dışında) toplumsal cinsiyet (gender) terimiyle açıklamayı önermişlerdir. Burada kız çocuğunun ve erkek çocuğun maruz kaldığı toplumsal etkileşim kalıpları, bu çocukların kendilerini nasıl tanımladığını da belirlemektedir. Örneğin, “kızlar sokakta oynamaz”, “erkekler ağlamaz”, “kızlar arabaları sevmez”, “erkekler pembe giymez” gibi kalıplar aslında biyolojik cinsiyetle hiç bir ilgisi olmayan tamamen toplumsallaşma ile ortaya çıkan farklılıklardır. Dahası bu toplumsal kodlar “cinsel yönelim” ile hiç ilgili değildir. Arabalarla oynayan, pembe sevmeyen, ağlamayan bir oğlan çocuğu eşcinsel yönelime sahip olabilir. Bu yönelimler doğuştandır ve bir hastalık, kusur, defo (!) değildir.
Toplumsal cinsiyet rollerindeki ayrışma ağırlıklı olarak kız çocuklarının ama aynı zamanda bazı alanlarda oğlan çocuklarının ayrımcılığa uğramasına sebep olmaktadır. Bu kısıtlılıklarla büyüyen çocuklar kendilerini keşfetme ve gerçekleştirme şansı bulamamaktadırlar. Ayrımcılık kavramı tam bu noktada devreye girmektedir. Ayrımcılık, bireylerin hukuki zeminde diğer tüm bireylerle eşit olmalarına rağmen maruz bırakıldıkları her türlü eşitsiz muameleyi kapsar. Dahası bu toplumsal kurallara dayalı ayrımcılık sanki biyolojik özelliklerden kaynaklanıyor ve “hep böyleymiş” gibi algılanır. Bu varsayıma göre örneğin oğlan çocuklar hiç pembe giymemeliydi, oysa pembe renk uzun yıllar “prens”lerin giyme hakkı olan bir renk oldu.
Ayrımcılığın beslediği kötü bir yapı olarak şiddet karşımıza çıkar. Şiddet, cinsiyetçi sözlerden ibaret bir şakadan, istenmeyen veya kişinin hayatına kastden, fiziksel temasa kadar geniş bir yelpazede gerçekleşebilir. Çocukluktan itibaren şiddete dayalı bir iklimde yetişen bireylerin durumu kanıksadığı,,parçası olduğu iklimi normalleştirdiği ve bundan gördüğü zararı fark etmediği düşünülecek olursa, şiddete tanıklık etmenin de bir tür şiddet olarak tanımlamasının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Yani, annesi dayak yerken bunu gören bir çocuk da şiddete uğramış demektir.
Fiziksel şiddet: Birinin bedenini veya bedeninin bir parçasını kullanarak veya bir nesne aracılığıyla bir başkasının davranışları üzerinde kontrol kurması, ona acı çektirmesi veya vücut bütünlüğüne zarar vermesi ile ortaya çıkar.
Cinsel şiddet:Birinin rızası olmaksızın bir başkasını cinsel davranışlara zorlamasıyla veya maruz bırakmasıyla ortaya çıkar.
Psikolojik şiddet: Birinin psikolojik baskı ve tehdit ile bir başkası üzerinde korku yaratması ve kontrol sağlaması ile ortaya çıkar. Psikolojik şiddet, bireyin söz veya davranışlarıyla bir diğer bireyi yetersiz veya değersiz hissettirmesi ile ortaya çıkabileceği gibi, dini inançlar, gelenekler veya kültürün gerektirdiği uygulamalar çerçevesinde bireyin kontrol ve manipüle edilmesi veya baskılanması ile de ortaya çıkabilir.
Ekonomik şiddet: Birinin bir başkasının ekonomik kaynaklarını rızası dışında kontrol etmesi veya kötüye kullanması ile ortaya çıkar. Bireylerin gelişimini engelleyici, haklarını ihlal edici işlerde ya da düşük ücretli işgücü olarak çalışması veya çalıştırılması ekonomik şiddettir.
…ve unutmayınız, şiddet gerçek ve doğrudan bir müdahale olmadıkça “kendiliğinden” ortadan kalkmaz…